Senanur Sözen
Brigitte Giraud’nun, geçtiğimiz yıl Fransa’nın en prestijli edebiyat ödülü Prix Goncourt’a layık görülen ‘Hızlı Yaşamak’ adlı eseri, İmre Özkoray’ın çevirisiyle İletişim Yayınları kataloğundaki yerini aldı. Kitap, şu güzel epigraf ile başlıyor: “Yazmak, gitmekten kaçındığımız o yere yolculuktur.” Bu cümle, Giraud’nun duygusal kalemiyle işlediği bu eserin kapısını aralarken, okuyucuyu yaşamın kırılganlığının altında yatan derinliklere davet ediyor.
Kitabın merkezinde, Giraud’un kırk bir yaşındaki eşi Claude’u kaybettiği trajik bir motosiklet kazası yer alıyor. Ancak ‘Hızlı Yaşamak’, sadece bir hikaye anlatma biçimi değil, aynı zamanda insan hayatının beklenmedik virajlarını ve seçimlerin ardındaki karmaşıklığı anlatan bir eser. Buna, daha spesifik bir tanım daha yapmak gerekirse, ustalıkla işlenmiş detayları birbirine bağlayan ve bir geri sayım gibi bizi o güne taşıyan bir “eğer” silsilesi demek de mümkün.
Anılarla dolu bu eserinde, yazar, kazaya sebep olan olayların perde arkasını incelemeye başlıyor. Eşiyle birlikte satın aldıkları ancak “Claude’suz hayatımın bir tanığı haline geldi” (s. 11) dediği evin satılmasının ardından, gitmekten kaçındığı o yere doğru bir yolculuğa adım atıyor. Yıllardır kaza gününe dönmemiş olsa da, çıktığı bu sorgu turunda zamanı durdurmaya ve geçmişi baştan yazmaya çalışıyor. “Eğer diye bir şey var mı?” sorusunu sıkça sorduruyor bize Giraud. Örneğin, Claude o gün Death in Vegas’ın ‘Dirge’ şarkısını değil de, Coldplay’in ‘Don’t Panic’ şarkısını dinleseydi her şey daha farklı olur muydu? Ya da o salı sabahı yağmur yağsaydı Claude motosikleti almak için o yokuşu çıkar mıydı?
‘Hızlı Yaşamak’ın en çarpıcı özelliklerinden biri, her bir “eğer”in ardında yatan duygusal yoğunluğu yalın ve samimi bir dille anlatma becerisi. Yazarın yolculuğuna daha derinden bağlanılmasını sağlayan ve anlatımını sıradan bir yas hikayesi olmaktan sıyıran da bu samimi dil. Kaza gününü çevreleyen olaylar ve sonrasındaki kayıp süreci öyle gerçek ve tanıdık ki, Giraud’nun yıllar sonra bile en ufak detayın izini sürmesini kişisel soruşturmanız gibi benimsemekten kendinizi alamıyorsunuz.
Giraud, bu geri sayımında, eşiyle ilişkisini parça parça yeniden canlandırırken, sıradan günlerin ve basit meselelerin bile ne kadar kırıcı ve etkili olabileceğinin farkına varmamızı sağlıyor. Seçimlerimizin ardındaki karmaşıklığı ustalıkla gözler önüne seriyor, insanın yaşam ve ölüm karşısındaki acziyetini derin bir şekilde aktarıyor.
Şans, tesadüf ya da kader, ne derseniz deyin; bu kelimelerin bir anlamı olup olmadığını keşfetme çabası, yazarın düşüncelerinin derin sularına sürüklüyor okuyucuyu. “Yirmi yıl oldu ve ben teslim olmak zorundayım. Bu evden ayrılmak, aynı zamanda gitmene izin vermek anlamına geliyor,” (s. 157) diyerek her bir “eğer”e veda ediyor yazar. Giraud’nun iç hesaplaşmasının sona ermesi ve “eğer” diye bir şeyin var olmadığının farkındalığı ise, bu suların ortasında, can yeleğimiz olmadan tek başımıza bırakıyor bizi.