Shida Bazyar: Tahran hiçbir şekilde sessiz değil
Shida Bazyar, İranlı göçmen bir ailenin kızı olarak 1988 yılında Almanya’da doğdu. Üniversite eğitimini Yaratıcı Metin Yazarlığı Bölümü’nde tamamladı, bir süre gençlik eğitimi çalışmalarında görev aldı. İlk romanı ‘Geceleri Sessizdir Tahran’ ile çeşitli ödüllere değer görülen yazar, ‘Bornemann Sokağı’nda Yangın’ şeklinde Türkçeye çevrilen ikinci romanıyla da Frankfurt Kitap Fuarı’nın Alman Kitap Ödülü’ne aday gösterildi.
Yazar Shida Bazyar ile konuştuk.
Sevgili Shida Bazyar, İran’dan göç eden bir ailenin kızı olduğunuzun altını çiziyorum özellikle, çünkü aile hikayenizin ilk romanınız ‘Geceleri Sessizdir Tahran’a kaynaklık ettiğini tahmin ediyorum. Ne dersiniz?
Evet, doğru ailem İranlı. Annem ve babam Almanya’ya geldikten kısa bir süre sonra ben doğmuşum. Böyle olduğu için de ailemin öyküsü, belki böylesi bir kırılma yaşamayan yazarlarınkine oranla yazdıklarım üzerinde daha büyük bir rol oynuyor. Ama ben genel olarak da zaten yazarın biyografisinin metinleriyle sıkı sıkıya bağlı olduğuna inanırım. Aslında bu ilk romanımı yazarken ailemin neler yaşadığını öğrenmek ve keşfetmek istedim. Annemle babamın neden ülkelerinden kaçmak zorunda kaldıklarını bilmek istedim. Roman onlarla söyleşiler yapmam ve konuyu araştırmam için bir vesile oldu diyebilirim. Tabii ki kitapta anlatılan doğrudan ailemin hikayesi değil çünkü bu araştırmanın ardından bütün yazarların yaptığı gibi ben de yaratıcılık sürecine girdim.
‘AİLEMİN YAŞADIKLARINI ARAŞTIRMAK VE ANLAMAK İSTEDİM’
‘Geceleri Sessizdir Tahran’, Almanya’da yaşayan İranlı bir ailenin öyküsü. Öykü, 1979 yılında Tahran’da başlıyor, bugünün Almanya’sına kadar uzanıyor. Romanda önce, edebiyat meraklısı Nahid’e aşık, solcu Behsad sözü alıyor, ben anlatıcı olarak. Bir sonraki bölümde anlatıcı Nahid’dir ve aradan on yıl geçmiştir. İran’da Mollaların iktidara gelmesiyle birlikte insanların nasıl kovuşturulduğu, nasıl ülkelerini terk etmek zorunda kaldıkları anlatılır. Sol devrime inanan ve bu uğurda mücadele veren Behsad ve Nahid evlenmiş, Lale adında bir kızları dünyaya gelmiştir ama Almanya’ya kaçmışlardır. Burada da Mo ve Tara adında iki çocukları daha dünya gelmiştir. Size bu romanı yazdıran sadece ailenizin yaşadıkları mı, yoksa başka sorular da meşgul etti mi sizi?
İlk etapta ailemin yaşadıklarını araştırmak ve anlamak istedim. Ama bu konu bir anlatı olarak şu açıdan da ilginçti: İran devrimini tarihten, belgesellerden, yarım yamalak televizyon haberleri üzerinden biliriz ama beni ilgilendiren bunun kişiler üzerindeki etkisiydi. Bu durumda da ilk etapta aileye bakmak anlamlıydı; sonuçta birbirleriyle ilişki içinde olan bireyler bunlar: Yani anne baba ve çocuklar…. Tabii çok farklı düzlemler ve sorular mevcut burada: Bir devrim ile insanların ülkelerinden kaçmaları arasındaki ilişki nedir ve bu böylesi bir kaçışı kadınla erkek nasıl yaşar, bunun bir sonraki kuşak üzerindeki etkisi nedir, bir insanın çocuk yaşta ülkesini terk etmesi ne anlama gelir? Tüm bu farklı sorulardı beni meşgul eden ve ben de bunlara her bir figürün farklı bakış açısıyla ayrı ayrı bakmak istedim.
‘İNSANLAR TAHRAN’DA REJİME KARŞI DİRENİYOR’
‘Geceleri Sessizdir Tahran’da Molla rejiminin tarihi ailenin hikayesine paralel anlatılıyor. Tarihi ve siyasi olaylar on yıllar boyunca ailenin kaderini belirliyor. Bir yandan çok özgün bir anlatımla karşı karşıyayız, öte yandan da bu anlatının arkasında önemli bir araştırmanın olduğu anlaşılıyor. Romanın ismi bile İran’da nasıl yaşandığı, totaliter Molla rejimiyle yönetilen bir ülke hakkında önemli ipuçları sunuyor insana. Peki Tahran geceleri gerçekte de o kadar sessiz mi?
Bu bir yalan tabii ki. Tahran hiçbir şekilde sessiz bir yer değil… Geceleri de sessiz değil. Bu, anlatıcı olarak Lale’nin bakış açısı. ‘Geceleri Sessizdir Tahran’ ifadesi Lale’nin anlattığı bölümde geçen bir söz. Almanya’dan İran’a gittiklerinde Lale büyük aile ortamında kendini her şeyin merkezindeymiş gibi hisseder. Gün boyu her şey çok seslidir, kalabalıktır, sürekli televizyon açıktır. Lale, sadece geceleri herkes yatağına çekildiğinde sessizliği hisseder. Aslında kitabın ismi figürlerin farklı bakış açılarını da yansıtır. Elbette kitabın ismini bir siyasi söylem olarak da ele alabilirsiniz – ki bu da İran’daki siyasete dair çok şey anlatabilir. Yüzeysel olarak baktığınızda, gerçekten de Tahran’da insanların sessiz olduğunu, rejime boyun eğdiğini düşünürsünüz. Elbette bir yalan bu çünkü insanlar sürekli bu rejime karşı direniyor. Bu direnme aynı zamanda günlük yaşamı özgürce sürdürme inadını da kapsıyor. Bu konuda da sessiz değil İran, yüzeyde öyle görünse de.
Ben bu romanı önce Türkçe çevirisinde okudum, belki biraz da bu yüzden özellikle İran kısımları bana çok tanıdık geldi. Devrimci Behzat ya da edebiyat meraklısı Nahid, çok yakından kavrayabileceğim figürlerdi benim için. Tabii bir yandan da aslında yıllar boyu Türkiye’nin önemli bir kısmı için Iran hep bir tehdit oldu. Alman medyasında ise, mesela kimi edebiyat bloglarında romanın özellikle İran’la ilgili bölümlerinin Alman okur için uzak ve kavranılması zor bölümler olarak okunduğu anlaşılıyor. Okurun kültürel altyapısının burada önemli bir rol oynadığını görüyorum. Sizin bu konudaki deneyiminiz ne?
Çok çok ilginç bir şey bu. Şansınız varsa, edebiyat etkinliklerinden sonra okurlarla yan yana da geliyorsunuz. Ve ben de bunu çok çok önemsiyor, insanlarla bir araya gelmeyi seviyorum. Çok kere de göçmenlik deneyimine sahip ya da aileleri bambaşka ülkelerden hatta bambaşka kıtalardan göç etmiş insanlar ulaşıyorlar bana. Bu okurlar örneğin kendilerini nasıl romanda bulduklarını anlatıyorlar bana. Bu çok güzel bir şey, çünkü yaşadıklarımızın sadece bize özgü kişisel acılar olmadığını, tersine, ortak bilgi ve deneyimlere sahip olduğumuzu gösteriyor. Ve eğer edebiyat aracılığıyla ya da konuşarak bu acıları paylaşabiliyorsak, bu bize bir şekilde yalnız olmadığımızı da hatırlatıyor. Ki bu deneyimin beni her defasında çok şaşırttığını da eklemek isterim. Ayrıca şu da var: Bazı Alman okurlar İran’daki insanların normal yaşamlarına devam etmelerini neredeyse sürprizmiş gibi karşılayabiliyorlar ve bu beni çok şaşırtıyor. Sanırım kamuoyundaki kısıtlı bakış açısından kaynaklı bu durum. Veya Betty Mahmudi’nin ‘Kızım Olmadan Asla’ adlı kitabında İran’la ilgili sunduğu resim hâlâ çok güçlü bir şekilde varlığını koruyor. Çok normal bir insanın İran’da yaşayabileceği bilgisi mevcut değil sanki burada. Bu beni özellikle şaşırtıyor çünkü uzun bir süredir çok farklı boyutlarda İran çıkışlı öykülerin anlatıldığını biliyorum. İran ilgi duyulmayan ülke değil ki. Ama sonuçta durum bu. Neyse ki edebiyat da farklı kültürlere mensup insanları yakından tanıtma ve anlama fırsatı veriyor bizlere.
Aidiyet ve sevgi ama eşzamanlı olarak yabancılık bu romanın önemli kavramları. Çünkü romanda bir sürgün yaşamı da anlatılıyor. Nahid yıllar sonra iki kızıyla birlikte İran’daki ailesini ziyarete gittiğinde, Almanya’da doğmuş olan ailenin küçük kızı Tara aile ilişkileri konusunda çok ciddi yeni deneyimler elde eder: Akrabalığa, aidiyete, sevgiye dair yeni yaklaşım ve deneyimler Almanya’ya dönüşü ve vedalaşmayı zorlaştırır. İran’da doğmuş olan ablası Lale bu durumu şöyle anlatır: “Onları tanımanın ve sonra terk etmek zorunda kalmanın acıtıcı olduğunu Tara’ya belki önceden anlatmalıydım” der. Çok duygusal bir andır bu. Sizin de bildiğiniz bir duygu mu?
Evet, kesinlikle bildiğim bir şey. Aslında aile “Artık Almanya’dayız, buraya kaçtık, artık sadece buradayız, İran’la bütün ilişkilerimizi kesiyoruz” dese, her şey daha kolaylaşacaktır, güvenlikleri için de bu daha iyi olacaktır. Ben de çocukken, annemle birlikte 10 yaşımda İran’a gitmemiş, ülkeyi hiç görmemiş olsam kendimi ne kadar iyi hissedeceğimi düşünürdüm sık sık. İran’a zaten ancak o zamanlar ilk kez gidebilmek mümkün olmuştu. Annemle babam, neredeyse 11 yıldır Almanya’daydılar ve 11 yıl sonra ben on yaşımdaydım, ilk kez beraber İran’a gidebildik, dönebildik. Ve bu dönüş bende o güne kadar hiç farkında olmadığım yaraların açığa çıkmasına sebep oldu. Farkında değildim çünkü o güne kadar sadece Almanya’yı biliyordum, akrabaların hiçbirini tanımıyordum. Belki de bu işin en acısız ve kolay yolu, bende eksik olan şeyi hiç kavramamak ve hissetmemek olabilirdi. Ama verdiği acıya rağmen, sadece anne baba ve kardeşten ibaret çekirdek bir aile değil de kocaman bir aileye sahip olduğumu bilmek güzel, acı da verse bunun için müteşekkirim.
Türkçeye ‘Bornemann Sokağı’nda Yangın’ adıyla çevrilen ikinci romanınızda da göçmen ailelerin çocukları olarak büyüyen üç kız arkadaşın öyküsüne odaklanıyorsunuz. Almanya’da büyümenin ve insanların yalnızca görünüşlerinden dolayı maruz kalabileceği günlük ayrımcılık ve önyargılar üzerine bir metin bu…. Bu romanınız bana neredeyse ‘Geceleri Sessizdir Tahran’ romanınızın devamı gibi geldi.
Daha önce bunu söyleyen olmamıştı. Bu kanıya nasıl vardınız?
‘Geceleri Sessizdir Tahran’ın sonlarına doğru seslerini duyduğumuz Almanya doğumlu Mo ve Tara’nın meseleleriyle ilgili bu. Çünkü bu ilk romanda Almanya’daki göçmen çocuğun daha kısık bir sesle başlayan itirazı, yani ayrımcılığa karşı itirazı, ikinci romanda çok sert bir tonla meselenin kendisi olarak karşımıza çıkıyor.
Evet doğru, haklısınız. ‘Geceleri Sessizdir Tahran’ romanını yazarken aklımda olan konuların, meselelerin bu kitapta yeri olmadığını fark ettim. Örneğin evin oğlu Mo’ya bir partide bir kişi nereli olduğunu sorar ve Mo soruyu yanıtlamak istemez. Bunlar temel olarak ırkçılıkla ilgili olup Mo’nun sürekli karşısına çıkan sorunlar. Bunu biraz daha derinleştirebilirdim ancak romandaki konunun bu olmadığı açıktı, Mo’nun günlük yaşamına dair bir şeydi bu ama hikayeye de devam etmek gerekiyordu. Bu yüzden ‘Bornemann Sokağı’nda Yangın’ romanını yazarken ilk romanda Mo üzerinden anlatamadıklarımı burada işleyebileceğimi gördüm. Bugün çok kullanılan kavramlar bağlamında değerlendirmek gerekirse, diyebilirim ki ‘Geceleri Sessizdir Tahran’ romanı bireylerin göç ve entegrasyon süreçlerini, ‘Bornemann Sokağı’nda Yangın’ romanı ise göç sonrası bir evreyi, bir perspektifi anlatıyor. Bu romandaki üç arkadaşın ebeveynleri neredeyse hiç yoklar, önemli bir yer kaplamıyorlar. Burada önemli olan üç genç kadının hayata bakışı ve bu da çok açık ve bir şekilde Alman’ın bakışıdır, özel deneyimlere sahip bir Almanlıktır.
‘İKİNCİ ROMAN, BİRİNCİYE CEVAP NİTELİĞİNDE’
Köken kavramıyla devam edelim o halde. İki eserinizi de bu kavramdan yola çıkarak okuduğumuzda ‘Geceleri Sessizdir Tahran’ romanında Almanya’da yaşayan göçmen bir ailenin kökeni anlatılıyor, diyebiliriz. ‘Bornemann Sokağı’nda Yangın’da ise bu köken neredeyse ayrımcılığın temel nedeni olarak çıkıyor karşımıza.
Evet, aslında ikinci roman bence bir dereceye kadar birincinin devamı olmasa da ona bir cevap niteliğinde bir metin. Çünkü karakterler ikinci romanda dış dünyayla, yani mevcut Alman toplumuyla daha fazla ilişki içindeler, dolayısıyla büyük çatışmalar yaşadıklarını hissetmektedirler. Karakterler hep bir tartışmanın ya da hatta diyebiliriz ki bir kavganın ortasındalar. İlk romanım ‘Geceleri Sessizdir Tahran’la ilgili etkinlikler sırasında çoğu zaman şöyle bir durum karşısında çok rahatsız olduğumu fark ettim: Bana öyle geliyordu ki Alman okurlar romandaki İranlı ailenin hüzün dolu kaderini çok severek okuyor, onlara üzülüyor ve üzüldüğü için de -yani hikayenin kendisine hissettirdikleriyle- mutlu oluyor. Böyle bir şeyi sevmediğimi fark ettim. Bunun gayet normal olduğunu biliyorum. Sanırım insanlar bir metni böyle okuyabiliyorlar, böylesi benim başıma hiç gelmedi de diyemiyorum. Ama ikinci romanda bunun farklı olmasını istedim çünkü temalarım ırkçılık, cinsiyetçilik, aşırı sağ terörizmiydi. Bunlar aynı zamanda kamuoyunda çok konuşulan konular ve ben anlattıklarımla kimseyi rahatlatmamalıydım. İnsanlar daha radikal bir metin okuyup huzursuzluk hissetmeliydi. Böylece sert ve öfkeli bir metin çıktı ortaya. Sanırım bu haliyle ‘Geceleri Sessizdir Tahran’ romanına bir yanıt şeklini kazandı.
O halde şu soruyla devam edeyim: Siz kökeni nasıl tarif ederdiniz? Sizin göre köken ne anlama geliyor?
Benim için kökenin çok yönlü, çok çeşitli tanımı var. Kendi kökenimde daha az Almanya veya daha az İran mevcut bence. İran zaten hep çok uzaktaydı, yaşadığım bir yer değildi. Ama kökenimde büyüdüğüm Hunsrück kasabası da tam belirleyici değil. Köken bunlarla pek ilgili değil bence. Ben kökenimin her şeyden önce en yakınımdaki çekirdek aileme dayandığını düşünüyorum. Yani annem, babam ve kız kardeşimle çevrili bir hücreye. Beni etkilemiş kitaplar, hikayeler ve filmler de buna dahil. Çocukken yeni hikayeler keşfetmek için çok zaman harcardım. Eğer zamanımı geniş çapta okumaya veya film izlemeye ayırmışsan -ki dürüst olmam gerekirse benim için kitapla televizyon arasında bir hiyerarşi yoktu- kökenimin en çok bunların toplamına dayandığını söyleyebilirim. Yani bugün beni ben yapan geçmişim. Demem o ki, kökeni mekanlar ve toprak parçasıyla tanımlamayı ilginç bulmuyorum. Bunların benimle pek ilgisi olmadığını düşünüyorum. Sanırım ailemden, kitaplardan ve filmlerden oluşan kendi adamı başka herhangi bir yerde benzer şekilde yine kurardım.
Son sorumla yine İran’a ve ‘Geceleri Sessizdir Tahran’ romanınıza geri dönmek istiyorum. Romanın son bölümünde Almanya’da doğup büyüyen ailenin küçük üyesi Tara söz alır. Yakın bir gelecekte Molla Rejimi’nin ortadan kalktığını anlatan bir bölümdür Tara’nın bu bölümü. Çok iyimser bir sesi var. Molla rejiminin bir gün ortadan kalkacağına inanıyor musunuz siz de?
Çok inanıyorum, bunun bir gün gerçekleşeceğini düşünmek kesinlikle boş bir hayal değil. Bence İran’daki insanların bu rejimi istemedikleri çok ortada. Ama uluslararası örgütlerin onları desteklemedikleri de ortada. Benim içinse bu sorunun cevabı çok net: Soru bu rejimin sonlanıp sonlanmayacağı değil, ne zaman sonlanacağı. Buna inanmasam belki de günlük hayatımı sürdüremezdim ama buna çok güçlü bir şekilde inanıyorum.
Bu söyleşi yazar Menekşe Toprak’ın hazırlayıp sunduğu iki dilli “LitVers – Edebiyat Söyleşileri” projesi kapsamında yapılmış olup tamamı podcast olarak yayınlanmıştır.
Podcast söyleşilerinin yayınlandığı sayfalar:
www.litvers.com
LitVers – YouTube
LitVers | Podcast on Spotify